Kilitli not defterlerini açan odalar
Püren Mutlutürk Meral
Yalnızlık ne anlama geliyor? Sadece kendini ötekileştiren bir durum mu? Sessiz yalnızlıklar mı, gerçek mi yoksa gürültülü yalnızlıklar mı? Peki yalnızlığın cinsiyeti var mı? Kimin hakkında?
“Modern”leştikçe yalnızlaşırız. Teknoloji üzerimize baskı yaptıkça, sosyalliğimizden yavaş yavaş uzaklaşıyoruz. Üstüne bir de bir virüs ve bir salgın eklendi, bu da yalnızlığın ekmeğine yeteri kadar yağ kattı. Eskiden “Bir çocuğu büyütmek için bir köy gerekir” diyenlerin günümüz aile çekirdeğinin neresine sığacağı bilinmiyor.
Küçükken birbirimize “kalpleri kadar temiz sayfalar” için sonsuz teşekkür ettiğimiz günlüklerin, günlüklerin kilitlerini açmak ne kadar zordu! İlk kitabı İrtibat Yayınları’ndan çıkan Okşan Mağara, kendi deyimiyle bu kilitlerin arkasına sığınmış bir yazardır. Cave aslında bir reklam yazarı olmasının yanı sıra yazdığı reklamlarla da ödüllü bir yazardır. Yazmaya yabancı olmamasına rağmen kendini daima kilitli defterlerin arkasında tutuyor, yazdıklarını birinin okuyabileceği düşüncesi onu her zaman endişelendiriyordu; Ta ki ‘Kendine Ait Bir Oda’yı buluncaya kadar… İrtibat Yayıncılık’tan çıkan ‘Kendine Ait Bir Oda’ aslında arka sayfada anlatıldığı gibi yalnızlık hikâyelerini görünür kılmayı seçen bir yazarın iç konuşmaları. kitabın kapağı, hepimiz hakkında. Bazen gerçekten yalnız hissedip kendini yalnız bulanlar; bazen de etrafındaki kalabalığa rağmen kendini o kalabalığa ait hissetmeyenler.
Toplumumuzda kendini öteki hisseden pek çok karaktere rastlamak mümkündür: Önce ötekileştirilen çocuklardan, partnerini aldatan kadınlara, ahlaksızlığını kabullenenlere, zenginliğin tokadı yiyenlere, Cinsel yönelimleri ya da toplumsal standartlara uymamaları nedeniyle kendisi gibi olamayan, okurken bir yerden mutlaka tanıyacağınız pek çok karakterle, muhtemelen yine kendinizle tanışırsınız. Muharrir, kilidi açılmış “tek boynuzlu at” defterinin içini bize dökerken, dili de sanki günlüğüne doğrudan misafirmişiz gibi hissettiriyor. Ancak bu duygu gizlice okumanın utancından değil, yalnızlığını dinlediğimiz karakterlerin hikayelerinin o kadar da yalnız olmadığını fark etmekten kaynaklanıyor; kendimize yer bulmanın tatmini ve hazzı şeklinde…
Hikayelerin birçoğu öyle etkiler yaratabiliyor ki, tıpkı coğrafyayı, örneğin bedenlerini yaşamak gibi, duygularınızı da gözünüzün önünde tutamayacaksınız diye düşünüyorum. Ayrıca diğer bir çoğunluk da mizahi yönü ile birebir etki yaratabilir. Okurken zihnimde canlandırabildiğim hikayeler okuyucu olarak bende çok daha kalıcı izler bırakıyor. Mağara kitabındaki hikayeler buna çok uygun çünkü coğrafya paylaşımı burada da görülüyor. Kendimizden ya da yakın arkadaşlarımızdan bildiğimiz fıkralar ve yine kendimizle ilgili bir tür mizah. Bazı öykülerde, her ne kadar “Vay canına…” dediğinizi duysanız da, yazarın anlatımında insanı gülümseten, hatta yer yer güldüren bir samimiyet var.
Yazar, kitabıyla ilgili verdiği röportajda kalabalık bir ailede büyümenin yalnızlık algısını büyük ölçüde etkilediğini vurguluyor. Hem o kalabalıkta yalnız kalamaması, hem de kalabalığa girme alışkanlığından dolayı yalnızlıktan korkması bu hikayeleri bize taşımasının sebebidir. Bir yerlerde yazarın öykülerinde nelere yer verdiğinin yanı sıra gerçekte dışarıda bıraktıklarının da bize çok şey anlattığını okumuştum.
Bir okuyucu olarak beni en çok etkileyen kısım kitabın son hikayesi oldu. Yazarın kızına ayırdığı yer gözyaşlarımı tutmama engel oldu. Evet muhtemelen çevresinde köy yok ama kızı büyürken “bildiği tüm duyguları, dinlediği tüm anıları” bırakıp kızı Nar’a bırakmış. Bütün köylere değer.
Yazar, “Bir kadın size bir şey söylediğinde aslında tüm kadınlara ayna olur” diyor. Yani aslında o küçücük oda ve oturma odası hepimize ait, o. Tek bir farkla, bazılarımız için 3+1, bazılarımız için stüdyo daireler, herkes sığabileceği farklı boyutlarda da olsa aynı niteliklere sahip. Hele ki ülke insanları için…